Mecburiyetten evde kalmanın verdiği sıkıntıdan mı, yoksa çocukluğumdan gelen alışkanlıktan mıdır bilinmez bayram boyunca bazı ilginç deyimler ile ilgili hikayeleri araştırdım. Tabii serde İstanbul sevdası olunca da, İstanbul kültürününün, yaşam biçiminin, edebinin ve coğrafyasının ilham verdiği deyimler olması kaçınılmaz oldu.
1. Dingo’nun ahırı
İstanbul’da ulaşımın atlı tramvaylarla gerçekleştirildiği günlerden kalan bir deyimdir. Sermet Muhtar Alus, Unkapanı köprüsünü geçtikten sonra Azapkapı’da başlayan yokuşa Meyit Yokuşu dendiğini ve bu adın da rivayete göre yokuşu bir hamlede çıkmaya çalışanların mevta olmasından dolayı verildiğini yazar. Böyle dik bir yokuşu çıkmakta zorlanan atlı tramvaylar için bölgede yedek atlar bulundurulur, yokuş başına gelen tramvaylara hemen iki yedek at bağlanırmış. Kan ter içinde kalan atlar Taksim’de Dingo adında bir Rum vatandaşın işlettiği ahırlarda dinlendirilir sonra gene Azapkapı’ya götürülürlermiş. Sürekli atların, insanların girip çıktığı dolayısıyla girenin, çıkanın pek belli olmadığı bu ahır gibi destursuz girilen mekanlar için Dingo’nun ahırı tabiri kullanılır olmuş.
2. Serçeden başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş tanımamak
İstanbul’un en karakteristik mahalle dokusunu bugün de koruyan, şehrin en eski semti Zeyrek, İstanbul’un dördüncü tepesi olan Fatih eteklerinde kurulur. Hal böyle olunca da, semt Fatih’ten başlayıp, Unkapanı’na kadar inen, son derece dik, dar, yılankavi yokuşu ile ünlenir. Eski devirlerde imparatorluğun başkenti İstanbul’da yaşayıp da, bu dik yokuşu bilmeyen, arşınlamayan yok gibidir. Genel olarak hayat görüşü dar, bulunduğu şehirden dışarı çıkmayan kişiler için bildiği tek şey bu anlamında kullanılan bir deyimdir.
3. Meteliğe kurşun atmak
Köyünden kalkıp, İstanbul’a gelen bir köylü çocuğu zaman içinde talihin de yardımıyla yüksek mevkilere gelir, paşa olur. Köylülerinden yolu İstanbul’a düşenler arayıp, sorar ve paşanın köşkünü bulurlar. Paşa, köşkün bahçesinde gümüş Mecidiyeleri (27 gr gümüşten basılan para) hedef diye dizdirmekte ve atış talimi yapmaktadır. Bu durum karşısında fakir köylüler “Biz meteliğe kurşun atıyoruz, paşa mecidiyeye” demekten kendilerini alamaz. Bu arada meteliğin de bir kuruşun dörtte biri değerinde bir para birimi olduğu ve tek başına hiçbir şey almaya yetmediğini hatırlatalım. Hatta maddi kıymeti olmayan şeyler için “metelik etmez” deyimi de bu para biriminden kaynaklanır.
4. Balık kavağa çıkınca
Bir işin olma olasılığının imkansıza yakın veya verilen vaadin asla yerine getirilemeyeceği durumu anlatan bu deyimin bilinenin aksine bir ağaç türü olan kavak ile alakası yoktur. Kavak, ticaretin yoğun olduğu bölgelerde kontrol maksadıyla kurulan gümrük ve güvenlik karakollarına verilen isimdir. İstanbul boğazının Karadeniz’e açıldığı noktada biri Rumeli, diğeri de Anadolu yakasında olan iki kavak vardır. Semtler bu nedenle Rumeli ve Anadolu Kavağı olarak anılır.
Eski devirlerde İstanbul’da tutulan balıkların büyük bir kısmı bugün Tarihi Yarımada adıyla bildiğimiz sur içinde bulunan Yemiş İskelesi ve Balık Pazarı civarında satılırdı. Balığın bol avlandığı günlerde balıklar Anadolu ve Rumeli Kavağı gibi uzak köylere kadar balıkçılarca çıkarılır ve oralarda satılmaya çalışılırdı. Sıradan günlerde ise balıkçı ile müşterisi arasında yapılan pazarlıklarda müşterinin teklif ettiği fiyatın düşük kaldığı hallerde balıkçı “o paraya balık ancak balığın kavağa çıkacak kadar bollaştığı günlerde olur” diyerek teklifi geri çevirirdi. Zamanla bu söz deyim olarak dilimize yerleşir.
5. Yelkenleri suya indirmek
İlk çağlardan beri denizcilik kendine özgü kural ve gelenekleri ile var olmuş bir faaliyettir. Bu geleneklerden biri de, yelkenli devrinde bir geminin düşmanca bir maksat taşımadığını göstermek için denizlerinde seyir halinde bulunduğu ülkenin liman veya kalelerine yaklaştığında kendisini hareketsiz bırakmak ve kontrole tabi olduğunu göstermek için yelkenlerini indirmesidir.
Rivayet odur ki; Fatih Sultan Mehmet devrinde Rumelihisarı önlerine gelen bir Ceneviz gemisinin kaptanı tüm ikazlara rağmen bu geleneğe uymaz ve yelkenlerini indirmemekte ısrar eder, bunun üzerine de bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından verilen emirle gemi batırılır. Sonraki zamanlarda bu tabir iddialı yaklaşım içinde bulunanların çeşitli zorluklardan ve tehditlerden ötürü bu iddiasından vazgeçmesi anlamında bir deyime dönüşür.
6. Üsküdar’da sabah oldu
Herhangi bir görevin yerine getirilmesinde geç kalınması nedeniyle kullandığımız “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi rivayet odur ki; yıllar önce Üsküdar’da bulunan camilerin müezzinlerinin padişahın gözüne girmek ve saray müezzinliğine yükselme arzusu ile yanıp tutuşmaları sebebiyle sabah ezanını Beşiktaş’taki meslektaşlarından daha erken okurlar, bu durum karşısında da Beşiktaş’taki cami cemaati de kendi müezzinlerine Üsküdar’da sabah oldu diye sitemde bulunurlarmış. İfade zamanla geçikilen işler için kullanılan müstehzi bir deyim halini alır.
7. Gözden sürmeyi çekmek
Deyimin anlamı hemen hemen herkes tarafından bilinse de, deyimde geçen kelimelerin anlamı yanlış bilinir. Ne göz bildiğimiz gözdür, ne de sürme göze çekilendir.
İmparatorluğun en büyük tersanesi Kasımpaşa’daki Haliç Tersanesi’dir. Bu tersanede inşa edilen veya bakımı yapılan gemiler için kulanılan kerestelere sürme, bunların saklandığı bölmelere de göz denirdi. Alınan tüm tedbirlere rağmen buradan keresteler çalınmasına“gözden sürme çekme” denirdi. Zamanla bu ifade el çabukluğu veya oldu bitti ile karşısındakini kandıran kişiler için kullanılan bir deyim halini alır.
8. Hoşafın yağının kesilmesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya yayılan fetihlerinde en önemli rolü oynayan askeri güç, heybetli görüntüleri ile yeniçerilerdi. Askeri alandaki başarılarına rağmen zamanla yozlaşan bu müessese gerek siyasi, gerekse de maddi menfaatler doğrultusunda olur olmaz sebeplerden dolayı sık sık ayaklanarak büyük baş ağrısı olur. Tüm bunlardan dolayı II. Mahmut tarafından yeni bir ordu kurularak, yeniçerilik müessesesi sonlandırılır.
Ortaya çıkan yeni şartlardan memnun olmama anlamında kullanılan bu deyimin çıkışı da, işte böyle bir ayaklanma sebebiyle olur. Hikayesi şöyledir; adet olduğu üzere yeniçerilere dağıtılan yemeklerde tek bir kepçe kullanılır, aynı kepçe ile önce sıcak yemek, sonra da soğuk hoşaf dağıtılır ve hoşaf üstünde bir yağ tabakası oluşurdu. Bir gün bu uygulama değiştirilir ve her yemek için farklı kepçe kullanılmaya başlanır. Hoşafın üzerinde oluşan yağ tabakasını görmeyen yeniçeriler bu defa da “hakkımız yeniliyor, hoşafın yağı kesildi!” diye ayaklanır.
9. Ateş pahası
Ederinden fazla anlamında kullanılan deyimin hikayesi Kanuni Sultan Süleyman dönemine ve Halkalı semtine kadar dayanır. Rivayet odur ki; mahiyeti ile birlikte ava çıkan Sultan yağan şiddetli yağmurdan korunmak için sırılsıklam bir şekilde orada bulunan bir kulübeye sığınır. Buz gibi havada, yanan ateşin karşısına geçen Sultan yanındakilere döner, ısınmanın keyfi ile “bu ateş bin altın değerinde” der. Yağmurun devam etmesi üzerine geceyi de kulübede geçiren Sultan ertesi gün ayrılırken ev sahibine borcunu sorar. Sultan ve yanındakileri tanımasa da, konuşmalardan varlıklı kişiler olduğunu düşünen kulübe sahibi, “ateşe bin altın değerini sen biçtin, bir altın da geceleme için, ceman bin bir altın” der. Bu fahiş talebe rağmen padişah itiraz etmez ve bedeli öder. O gün, bugün ederinden fazla fiyatla satılan herşey için bu İstanbul deyimi kullanılır.
10. Göksu testisi gibi terlemek
Göztepe’nin güney yamaçlarından yağan yağmur sularının toplanması ile oluşan ve Anadolu Hisarı’nda denize dökülen Göksu Deresi’nin çevresindeki killi toprak testi, bardak gibi kapların yapımı için uygun bir malzeme olarak yıllarca kullanılır. Özellikle toprağın yapısından dolayı testi üzerinde gözle görülmesi son derece zor deliklerden dışarı sızan su, sıcak havada önce küçük damlacıklar haline gelir, sonra da buharlaşır ve testideki su buz gibi olur. İşte bu nedenden ötürü sıkılgan, mahcup insanlar için boncuk boncuk terlediklerinde Göksu testisi gibi deyimi kullanılır.
İstanbul gibi derin geçmişi olan bir şehirde yaşanmışlıklardan yola çıkarak aynı derinlikte bir kent kültürünün ve kendine özgü bir dilin oluşmasına şaşırmamak lazım. Buradaki kritik husus bu dilin nesillerden nesillere aktarılabilmesi, deyimlerin günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olması ve dilin korunmasıdır. Ne de olsa, tarihi mirasa, kültüre sahip çıkma bir anlamda dile sahip çıkmaktır.
İstanbul, 27 Mayıs 2020
Oğuz OTAY
www.gezmekyetmez.com
2 yorum
Çok teşekkürler
Birgül Hanım;
Ben size takip ettiğiniz ve yorum yazdığınız için teşekkür ederim.
Saygılarımla